HZ. Kasım’ın Şehadeti
Hasan Mücteba oğlu Hazret-i Kasım ki, güzellik göklerinde âlemi aydınlatan bir güneş ve letafet bahçesinde yeni yetişmiş bir lâle misali idi. Kasım, kardeşi Abdullah’ın gözü dönmüş Yezit yandaşları tarafından şehit edildiğini ve kanlar içerisindeki cansız bedenini görünce, dünyası kararmıştı. Hiç vakit kaybetmeden Kerbelâ sultanının yanına vardı ve ayağına yüz sürüp: “Ey benim yüksek mertebeli amcam! İzin ver de ben de meydana atılayım ve bu hainlerden kardeşim Abdullah’ın intikamını alayım!” dedi.
Kasım’ın savaşmak için izin istediğini gören Peygamber hanedanının hatunları, Kasım’ın eteğine sarılarak: “Ey fazilet baharının gülü, senden bize Hasan Müçteba’nın kokusu gelir! Senin ayrılığına dayanamayız!” diyerek feryat ediyorlardı. Diğer taraftan Hazret-i İmam Hüseyin, Kasım’ın yolunu kesti: “Ey seyitler eyvanının güneşi! Büyük kardeşimin adı, seninle anılır. Ve sana hiç kimse bedel olamaz” diyerek Kasım’ın savaş meydanına gitmesine engel olmaya çalışmıştı, ama, nafile Kasım, kararlıydı.
Kasım, babası Hazret-i Hasan’ın vefatından önce kendisine bir vasiyet bıraktığını hatırladı. Hazret-i İmam Hasan vasiyetinde: “Ey oğlum Kasım! Sana vasiyetim budur ki, Hz. Hüseyin, Kerbelâ çölünde belâya uğradığında, onun uğrunda canını feda etmekte sakın kusur etmeyesin” diyordu. Bu vasiyeti amcasına okuduktan sonra meydana gitmek için tekrar izin istedi.
O vakit İmam Hüseyin de: “Ey göz nuru ve ey seyitlerin üstünü! O Hazretin bana da bir vasiyeti vardı. Ama, bunu gerçekleştirmeğe devran müsaade etmedi” dedi.
İmam Hasan şahadet şerbetini içmeden önce kardeşi İmam Hüseyin’i yanına çağırmış: “Çocuklarım sana emanet, onları boynu bükük bırakma, onlara sahip ol. Oğlum Kasım, kızın Fatma’ya tutkundur, onları sevgilerinden mahrum bırakma, onların iffetini koru. Evlatlarımı sana ve seni de Vacib-ül vücud olan Allah’a emanet eyledim!” diye vasiyet etmişti.
İmam Hüseyin, Kerbelâ çölünde bu son vasiyeti hatırladı. Kerbelâ çölü kandı, zulümdü, karanlıktı, feryatlar dinmiyordu. Ehl-i Beyt ailesinin figanı hiç dinmiyordu. Bu haleti ruhiye içerisinde İmam Hüseyin, çadırlara girdi. Eşi Şehriban-u ve kardeşi Zeyneb oradaydı. Yüzlerine tekrar baktı. Hepsi solmuştu, hepsi yıkılmıştı, hepsi perişandı. Felek cevri cefasını bütün Ehl-i Beyte vermişti.
“Kızım Fatma’ya gelinlik giydirin” dedi İmam Hüseyin. Kasım delikanlıydı, gençti, yüreğinde bahar rüzgarları esiyordu, henüz yaşama ve gençliğe doymamıştı!.. Çadırda feryatlar duyuluyordu.
Kasım’ın feryatları geliyordu. Kardeşi Abdullah’ın kanlı cesedi kucağındaydı. Kardeşi Abdullah’ın feryadına savaş meydanına koşmuş, kardeşine ulaşmış, çılgınlar gibi onu kurtarmaya çalışmıştı. Abdullah kan içindeydi, ölümcül yaralar almıştı. Kasım’ın yüreğinde ki acıya âlem bile titriyordu. İşte Kasım bu haldeydi. Onu da getirdiler çadıra. İmam Hüseyin Kasım’la göz göze geldi. Kasım titriyordu.
Ey yüce Allah’ım! Sanki karşısında abisi İmam Hasan vardı. Ne kadar da benzerlik bu. İmam Hüseyin, yerinden kalktı. Kasım’ın elinden tuttu. Kızı Fatma’nın eliyle birleştirdi ve nikâhlarını kıydı. Ve Kasım’a dönerek: “Sizleri dünyanın kan ağladığı bir günde, birbirinize nikâh ediyorum. Biliyorum ki biraz sonra senin de şahadetini göreceğim. Ancak buna rağmen sevginiz cennet gibi temiz olsun. Yarın Arş-ı Âlâda birbirinize kavuşursunuz” dedi.
Kasım, dönüp bir kez olsun Fatma’nın yüzüne bakamamıştı, titriyordu… Kasım amcasına sarıldı, ikisi de ağlıyordu. Ehl-i Beyt kadınları hıçkıra hıçkıra ağıyorlardı. Kasım tekrar, “Ey amca! Bana da izin ver, şehitlik şerbeti bizim için kurtuluştur. Döndü baktı çadırların önü şehitlerle doludur, tekrar, izin ver bana amca” dedi Kasım.
İmam Hüseyin, “Ey yaşama doymamış oğul! Büyük kardeşimin adı seninle anılır, onun kokuları gelir senden. Bana güç ver Allah’ım! Bana güç ver” diyerek inledi.
Kasım, “Ey amca! Öyle masum olma, biz kanımızla and içtik. Büyük dedemiz Muhammed Mustafa’nın, dedemiz Ali’yel Murtaza’nın, babam Hasan’ül Mücdeba’nın kanları pahasına kurdukları yolu, koruyacağız. Âlemin kurtuluşu bizim kanlarımızla olacak” diyerek amcasını teselli etmeye çalıştı. Bu arada henüz murada erememiş olan gelin Fatma, Kasım’ın yüzüne dahi bakamadan elinin kınasıyla şöyle feryat ediyordu: “Ey Peygamber ecdadı! Kıyamet günü seni hangi makamda arayayım? Ve ne alâmetle seni bulayım?”
Kasım: “Ey henüz açılmamış gül! Beni kıyamet günü parçalanmış gömleğim ve nemli gözlerimle dedelerimin hizmetinde bulursun!” diyerek, atını savaş meydanına sürdü.
Kasım’ın savaş meydanına gideceğini anlayan Ehl-i Beyt kadınları: “Ey saadet gecesinin ışığı!.. Ey seyitlik güllerinin goncası! Bu emaneti kime bırakıp gidersin?..” diyerek feryat ediyorlardı.
Bizim birleşmemizin vadesi, kıyamete kalmıştır, beni mazur görün” diyerek, atına atladı, düşman saflarına doğru yıldırım gibi sürdü atını, Arkasındaki feryatları duymuyordu artık Kasım. Fatma, gözlerinin önüne geldi, feryatlarını duyar gibiydi. Savaş meydanına geldi, künyesini okudu. Karşısına er diledi. Savaş tecrübesi yoktu, mahzundu ama yüreğindeki isyan ve öfke, onu zapt edilmez bir yiğit yapmıştı. Karşısına çıkan savaşçılarla vuruşmaya başladı. Başına aldığı darbeden kanlar geliyordu. Bir yandan gözüne akan kanları siliyor, bir yandan da çadırları son kez görmek istiyordu. Bir de içinden: “Amcam ne haldedir, Fatma ne haldedir acep” diye düşünüyordu. Gücü tükenmişti, yirmi yedi yara almıştı. Atın üzerinde dengesini kaybetti, tutunmaya çalıştı, başaramadı. Attan düşerken feryatlarını çadırlardan duymuşlardı. “Ey amca! Edrikni (Yetiş)” diye İmam Hüseyin’i çağırıyordu.
İmam Hüseyin, büyük bir tefekküre girmişti. Kasım’ın sesini duydu. Atını şuursuzca düşman saflarının üstüne sürdü. Kasım ortadaydı. Attı kendisini onun üstüne… Kasım’ın gözleri açıktı ama, kandan gözükmüyordu, yüzündeki gülümseme donup kalmıştı. Ehl-i Beyt’in figanına, yer gök şahit oluyordu. Bu şehitlerin yüzü suyu hürmetine bizlerin teessürünü, gözyaşlarımızı, matemlerimizi kabul eyle Yâ Rabbi!…
Devam edecek…
Hakkı SAYGI (Baba)