Pir Mevlana Muhammed Celâleddîn
YÜCE PÎR HAZRETİ MUHAMMED MEVLÂNA
Bütün insanlık âleminin feyiz kaynağı, aşk Peygamberi, Hazreti Mevlâna, 30 Eylül 1207 senesinde, Afganistan sınırları içerisinde bulunan Belh şehrinde dünyamıza bir nur kaynağı olarak doğmasının üzerinden tam 800 küsûr yıl geçmiş olmasına rağmen ruhu, sevenlerinin kalplerinde her an yeniden doğmaktadır.
Hazreti Mevlâna’nın soyu, anne tarafından Hazreti Muhammed Efendimizin (sav) torunlarından olan Hazreti Hüseyin Efendimizden ve baba tarafından ise sahabelerin önde gelenlerinden olan Ebubekir-i Sıddık tarafından gelmektedir.
Hazreti Mevlâna Muhammed Celâleddin’in babası Bahâ Veled, Hüseyin Hatibî’nin oğluydu. Belh’in Hatiboğulları soyuna mensup, yedi ceddi bilgin, özü sözü doğru bir insandı. Bir gün, 40’a yakın Ulemâ, Hazreti Peygamberi rüyalarında görmüşlerdi. Peygamber, sabah namazında, imamiyete
Sultan’ül-Ulemâ’yı çıkarmış ve kendisi de Sultan’ül-Ulemâ’nın arkasında namaza durmuştu. Kırk Ulemâ, bu rüyayı gördükleri gecenin sabahında, namaza durdukları esnada hepsi bir ağızdan Bahâ Veled’e, “Sultan’ül-Ulemâ”, yani “Bilginlerin Sultanı” ismiyle hitâb etmişlerdi. Sultan’ül-Ulemâ Hazretleri, Belh emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’la evlenmiş ve bir yıl sonra da nur topu gibi bir oğlu, Alâeddin Muhammed dünyaya gelmişti. Bu oğuldan sonra ikinci bir çocuğu daha dünyaya geldi. Yüzünde gün ışığı gibi celâl nurları parlıyan bu ikinci oğlunu pek sevmişti.
Bir gün, Mümine Hatun annemiz, çocuk kucağında olduğu hâlde, lohusa yatağında yatarken, Sultan’ül-Ulemâ Hazretleri gelip, “Mümine Hanım, çocuğu hazırladın mı, ona ismini vermeye geldim” dedi. Mümine Hatun da, efedisine dönerek, “Evet, hazırladım Efendi Hazretleri” diye cevapladı ve çocuğu Sultan’ül-Ulemâ’nın kucağına verdi. Sultan’ül-Ulemâ Hazretleri, Kıble’ye dönerek, çocuğun kulağına ismini okudu ve sonra çocuğu tekrar Mümine Hatun’un kucağına verirken şöyle buyurdu: “Ona, Muhammed Celâleddin ismini verdim. Bu çocuğa iyi bak, çünkü o ileriye doğru çok kıymetli bir kişiliğe sahip olacak.”
Mevlâna Celâleddin, genç ve bilgin bir delikanlı olarak, babasının derslerine devam ediyor, gece gündüz inceleme ve araştırma ile meşgul oluyordu.
Bahâ Veled’le birlikte Belh şehrinden göç eden ve O’nun has bir müridi olan Semerkand’lı Şerâfeddin Lâlâ’nın, Gevher Hatun adında, güzellikte eşi bulunmayan, melek huylu bir kızı vardı. Mevlâna ile birlikte büyümüşlerdi. Bahâ Veled, bu kızı oğlu Mevlâna Celâleddin’e istemiş ve 1225
yılının baharında mütevâzı bir düğünle evlenmişlerdi. Bu düğünden bir müddet sonra annesi Mümine Hatun ve ağabeyi Muhammed Alâeddin vefât ettiler.
Hazreti Mevlâna’nın ilk çocuğu Sultan Veled ve ikinci oğlu Alâeddin Çelebi, Lârende’de dünyaya geldiler. Bu iki sevimli yavru, büyük babaları Bahâ Veled’in şefkat dolu kucağında büyüdü. Lârende bahçelerinde gezdi, oynadı.
1228 yılında Bahâ Veled ailesi ile birlikte Konya’ya göç ettiler. Ancak iki yıl sonra Bahâ Veled, Hakk’a yürüdü. Türbesinin üstüne daha büyük bir türbe ve yüksek bir kubbe yapmak üzere Hazreti Mevlâna’ya mürâcât ettiler, fakat Mevlâna, bu teklif üzerine onlara şu soruyu sordu: “Şu kâinatı kucaklayan gök kubbeden daha iyisini yapabilir misiniz?” “Hayır, yapamayız” dediler. Bu cevap üzerine Mevlâna şöyle seslendi: “O hâlde yenisini yapmaya zahmet buyurmayınız.”
Bahâ Veled, can ve bekâ yurduna göçmüştü ama, geride kendisinden daha parlak bir yıldız bırakmıştı: Mevlâna Celâleddin! Kutup yıldızı gibi ışıldayan bu ilim ve irfân cevherinin yanında, nice yıldızlar sönük kalacaktı.
Hazreti Mevlâna, babasından sonra Seyyid Burhannedin Hazretlerinin eğitimine girdi. Seyyid Burhaneddin Hazretleri, Belh şehrinde iken Sultan’ül-Ulemâ Bahâeddin Veled’in müridleri arasına girmiş, coşkunluğu ve cezbesi yüzünden, Mecnûn misâli, yıllarca çöllerde dolaşmış, Bahâ Veled,
Belh’ten göçtükten sonra, sükûn bularak Tirmiz taraflarına gitmiş ve inzivâya çekilmişti. Aradan yıllar geçmişti ki, bir gün, bir toplulukla otururken birdenbire ayağa fırlamış ve, “Eyvah… Eyvah… Şeyhim Bahâ Veled, bu fânî âlemden öte âleme göçtü” diye bağırarak şeyhinin cenaze namazını
aynı gün, Tirmiz’de kılmış, sonra da, “Benim şeyhimin oğlu Celâleddin Muhammed yalnız kaldı, beni beklemekte, Diyâr-ı Rum’a göçmek, yüzümü şeyhimin Hakk-i pâyine sürmek ve O’nun emâneti olan Celâleddin’i teslim almak borcumdur” diyerek yola düşmüştü.
Seyyid Burhaneddin, Konya’ya gelince, Mevlâna O’nun elini öptü ve kendi medresesinde misafir etti. Seyyid, vakit kaybetmeden Mevlâna’nın bilgi ve görgüsünü yoklamıştı. Mükemmeldi, O’na şöyle buyurdu: “Bilgide eşin yok. Din ve yakîn ilminde babanı hayli geçmişsin, fakat babanın hem hâl ilmi tamamdı, hem de O, kâl ilmini tamamiyle biliyordu. Bugünden sonra senin hâl ilmine sülûk etmeni istiyorum. Bu, peygamberler ve velîlerin ilmidir. O ilme, Ledün ilmi derler. Buna çalış da güneş gibi âlemleri aydınlat…”
Mevlâna, gece gündüz okuyor, öğreniyor, ilim dağarcığını her gün biraz daha dolduruyordu. Sanki ilim, bir okyanustu ki, Mevlâna da sahil sahil dolaşıyordu. Günlerden bir gün, Şam’ın kalabalık bir pazar yerinde, dalgın dalgın dolaşırken kalabalığın içinde acayip kılıklı bir adam kolunu çekti. Mevlâna irkilerek ansızın dönüp baktı. Derken adam, Mevlâna’nın elini tuttu ve, “Ey dünyanın sarrafı Mevlâna, ara beni bul…” dedi ve tekrar kalabalığa
karışıverdi. Bu siyah hırkalı, kor bakışlı insan, en büyük mürşidi Şemseddin-i Tebrizi’den başkası değildi…
Hazreti Mevlâna, bu hâdiseden sonra Şam’da çok durmadı ve tekrar Konya’ya döndü. Her geçen yıl Mevlâna’yı bir kat daha olgunlaştırdı. Seyyid Burhaneddin, Mevlâna’yı istediği gibi yetiştirmiş ve vazîfesinin bittiğine kâni olunca Konya’dan ayrılmak istemişti. Fakat Mevlâna bırakır mı? Seyyid ise
mutlaka ayrılmak istiyor, fakat Mevlâna’ya bu fikrini açıkça söyleyemiyordu. Bir gün katıra binmiş, Konya bağlarına çıkmıştı. Yolda, içinden: “Buradan doğruca Kayseri’ye gitsem…” diye geçirdi, o anda katır birdenbire sıçrayarak Seyyid’i yere attı ve ayağını kırdı. Mevlâna, haberi işitir işitmez
koştu, şeyhinin ayaklarından çizmesini çıkardı. Bir de ne görsün?.. Bütün kemikler hurdahâş olmuş… Seyyid, Mevlâna’nın yüzüne bakarak, sitemli bir şekilde, “Aferin, ne de güzel mürid, şeyhinin ayağını kırıyor!..” dedi. Mevlâna, ses çıkarmadı ve kırıkları sararak bir-iki gün içinde tedâvi
etti.
Seyyid, aylardan beri söylemek istediğini söyledi: “Sen artık yetiştin oğlum. Naklî, aklî, kisbî ve keşfî bütün ilimlerde eşi, benzeri bulunmıyan bir arslan oldun. Ben de kendimce bir arslanım. İki arslan bir sahrada oturmaz. Benden sonra senin yanına büyük bir dost gelecek. Birbirinizin aynası
olacaksınız. O, seni iç âleminin en mahrem noktalarına kadar çekecek, sen de, ona aynı âlemi yaşatacaksın. Birbirinizi tamamlayacak ve yeryüzünün en büyük iki dostu olacaksınız. Dünya ve ahirette Allah’a hamdolsun ki, zayıf ve nahif olan bu kul, senin eşi benzeri bulunmaz bir er olduğunu görmek saadetine erişti. Haydi, yürü de insanların ruhunu taze bir hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete boğ… Bu suret âleminin ölülerini kendi mânâ ve aşkınla dirilt…”
Mevlâna, şeyhini gözleri yaşlarla dolu dolu dinliyordu. Bu konuşmada Seyyid, Şemseddin-i Tebrizi’nin zuhûrunu haber vermişti…
Şems’le Mevlâna, iki denizin kavuşması misâli birbirlerini bulduktan sonra, yıllardan beri birbirini arayan iki dost gibi, hasret ve iştiyâkla kucaklaşmışlardı. Hâlvet oldukları ve mânâ âlemiyle sırlanmış olan hücrelerinde, muhabbet deryâsına dalmışlar ve aşıkla maşuk bir olmuştu.
Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled, babasının bu hâlini şöyle anlatır: “Ansızın Şemseddin geldi, O’na ulaştı. Mevlâna’nın gölgesi, O’nun ışığında yok oldu. Aşk âleminin ötesinden defsiz, sessiz bir sadâdır erişti. Şems, O’na maşuk hâlinden bahsetti. Mevlâna, bilgisiyle nihâyete ulaşmıştı. Şimdi ise, yeni baştan başladı. Evvelce Mevlâna’ya uyulurdu. Bu sefer O, Şems’e uydu. Onu da maşukluk cihanına davet eyledi. Mevlâna da can yoluyla canlar canına kavuştu…”
Bir Mevlevî şâirinin “Hangi aşıktır o ki, Mevlâsı Mevlâna değil…” dediği gibi, aşk-ı ilahîden nasip almış herkes Mevlâna’yı sever. Mevlâna sevgisi, yüzyıllar boyu insanlığı sarmış, yüzlerce şâir onu tarif ve tavsif için eserler meydana getirmişlerdir.
Hazreti Mevlâna, öyle bir mânâdır ki, pek çok hakikatler Onun önünde, Onun aşk harîminin eşiğinde hürmetlerle eğilmişlerdir. Zaten o büyük Zât’ı, o dahîyi, o lahûtiyet güneşini kim hakkıyla anlayabilir ki? O anlaşılmaz,
bulunmaz, bilinmez ilâhî nihâyetsizlik denizinin bir incisidir. Ancak Onun ışıklarıdır, sözleridir ki, gönül göklerinde kendi varlığını sezdirir, gösterir.
Bu âlemde gördüğümüz varlıklar, hep hakikati gösteren birer hayal, birer gölgedir. Ancak her gölge kendi asıllarının değerleriyle ölçülürler.
“Rabbinin gölgeyi nasıl uzatmakta olduğunu görmedin mi?” (Furkân Suresi, 45) âyetindeki mânâ gereğince; büyük insanların surî varlığı, ilâhî bir gölgedir. Hazreti Muhammed Efendimizin gölgesi gibi, fakat o Muhammedî gölge, öyle bir hayat feyzi, öyle bir nur kimyâsıdır ki, ebedî, manevî
diriliğe mazhârdır. Hakk’ın varlığıyla vardır.
Cenâb-ı Hakk güneşinden beliren gölgeyi, Tanrı, Muhammed ümmetine, yüce keremlerindendir ki, uzatır, çağları aştırır. Tekrar yüce bir mazhârın nurânî suretinde gözler kamaştıran parıltılarıyla yine gösterir.
Hazreti Mevlâna, nübüvvet gökünde gizlenen Hazreti Muhammed’in hakikatini gözlerde, gönüllerde belirtmeye delil olan bir güneştir.
Hazreti Mevlâna’nın sevimli ruhunda yalnız yeryüzünün değil, bütün göklerin mıknatıs gibi çekici câzibesi vardır. O, isteseydi güneşleri, ayları, yıldızları kendi varlık güneşinin çevresinde pervâne gibi vecd ile döndürürdü. Zaten manevî büyüklükte, bütün aşık gönülleri böylece kendi güzellik şem’ine pervâne etmedi mi?
Onun vücudu nurdur, bundan dolayıdır ki sözleri, şiirleri nur gibi parlaktır. Onun vücudundaki kan aşkın kanıdır. Aşk nasıl ateşli ise O da öyle ateşlidir. Aşk nasıl sevimli ise O da öyle sevimlidir. Aşk nasıl lâhûtî ise O da öyle lâhûtîdir.
“Her kırmızı gül, bizim kanımızın yardımındandır” diye buyuran Hazreti Mevlâna’nın mübârek vücudunun damarlarında dolaşan o kanlarda aşk gülistanlarının hayat feyzi vardır, ateş gibi kırmızı güller açar ve o güllerden yayılan güzel kokular, aşık gönüllere ilâhî bir şarabın zevkini sunar.
Hazreti Mevlâna, nurlarıyla feyizler yağdıran bir güneştir; öyle ki, her ışığı güneşler yaratır ve her güneşin binlerce gezegeni ve yıldızı vardır da O’nun sonsuz aşkının fezâsında câzibesine tutulmuş, dönüp dururlar.
Hazreti Mevlâna diyor ki; “Ben, Muhammed’in nuru sırrına dayanarak derim ki, Tanrı tamamiyle zevktir. İşte ben, o zevkim ve o zevke baştan ayağa gömülmüşüm.”
Aşkın güzellik ve sevimliliğinin câzibesiyle yaratılmış bir ruh ve ebedîyet hayatıyla dirilmiş bir nur tasvîri olan Mevlâna’nın sözleri, sohbet meclisinde bulunan en büyük âriflerin, âlimlerin sözlerinden daima parlak düşerdi. Daima O’nun bülbül dili, bütün irfân gülistanlarında gezer, binlerce gül
ağacının bir dalından öbür dalına uçar, konar, söz söylerdi.
Yüce Mevlâna, oturduğu manevî irfân kürsüsünde, Allah’ın mahbûbiyet sıfatını gösterir. Onun için sözlerinde, şiirlerinde, Allah’ın cemâlinden gülümsemeler vardır.
Hazreti Şems, Mevlâna’yı Makalât adlı eserinde şöyle anlatır; “And olsun ki, Mevlâna’nın yüzünü görmek bizim için mutluluktur. Hazreti Muhammed’i (s.a.v) görmek dileyen kolayca gitsin Mevlâna’yı görsün. Rüzgârla dalgalanan çimenler gibi kendini zorlamadan onun önünde eğilsin. Bu
dünyanın hiçbir yerinde Mevlâna’nın eşi ve benzeri yoktur. Bütün fen bilimlerinde, temel bilgilerde, din bilgisinde, mantık ilimlerinde en büyük uzmanlarla kuvvetle konuşur, tartışır. Onlardan daha üstün, onlardan daha zevkli, onlardan daha güzeldir. Ben akıl yönünden bilinmesi gerekli bu
bahislerde yüz yıl çalışsam ondaki ilim ve hünerin onda birini elde edemem.”
Hazreti Mevlâna bir beyitinde şöyle buyurur; “Ben ne geceyim, ne de geceye tapanım, rüya sözü mü söylerim? Hâşâ.. Mâdemki güneşin deliliyim, daima güneşten söylerim.”
Evet, Mevlâna’nın sözlerindeki fikirlerde gece yoktur. Şüphe karanlıkları, kararsızlık bulutları, o göklere yaklaşamaz. O, geceye, bilinmeyene, görülmeyene ibadet etmez. Onun güneş gibi sözlerindeki nurda Allah’ın cemâlinden öyle bir parlayış timsâli görünür ki, başında “Görmediğim
Rabbe ibadet etmem” ibâresi yazılı kıymetli bir velâyet tacı vardır.
Hazreti Mevlâna’nın tasavvufunda, yaratılışın, hayatın mânâsı aşktır. Aşk ise, kimseye niyâzı, ihtiyacı olmayan Allah’ın vasıflarındandır.
Nitekim bir rubaîsinde şöyle buyurmuştur; “Ben öyle bir aşka daldım ki, evvel ve sonra gelenlerin bütün aşkları, benim bu aşkıma dalıp batmışlardır.”
Hazreti Mevlâna, sonsuz ilmini, Hazreti Muhammed’in ilminde; irfânını, Hazreti Muhammed’in irfânında; benliğini, Hazreti Muhammed’in benliğinde; hâsılı bütün varlığını, O’nun varlığında yok ederek manevî hüviyetini, Hazreti Muhammed’in manevî hüviyetinin parlak meşalesi nurundan
yakıp uyandırmıştır.
Bu hakikati ise şu mısralarında açığa vurmaktadır;
“Biz Allah’ın sâyesiyiz, Mustafa’nın nurundanız.
Sedef içine damlamış çok kıymetli bir inciyiz.
Herkes suret gözüyle bizi nereden görecek?
Biz Kibriyâ’nın su ve balçık içinde belirmiş nuruyuz..”
Ve Mevlâna aşkının delili şu kasîdeye kulak verelim ve yüce Pîrimizin dediği gibi.. “Bişnev..!” “Dinle..!”
“Biz aşıklarız, aramıza gel ki, seni aşk bağına çekelim.
Gölge gibi aşk evimizde oturan ol.. Zîrâ biz Güneşle biriz, bir gölgeliğiz…
Biz, cihanda can gibi görünmez ve aşıkların aşkı gibi de nişânsızız.
Ama eserlerimiz size ulaşmış ve sizinledir. Biz, can gibi hem gizli hem aşikârız…
Bizim için ne söylerseniz o söylediğiniz şey, siz kendinizsiniz. Sen bizim vasfımızda daha yükseklere bak. Çünkü biz, ondan daha yükseğiz, üstünüz…”
CENÂB-I PÎR MUHAMMED MEVLÂNA
HAZRETİ MEVLÂNA’YA GÖNÜLDEN HİTÂB…
“Gönül severse dil kendiliğinden konuşur.
Hepimizin hayatı aslında kalbimizdeki hâl üzere kurulmuştur.
Sevgiler vardır insanı yaşatır.
Sevgiler vardır güle toprak olur.
Sevgiler vardır meyveye tat olur.
Sevgiler vardır yüce Allah’a kavuşturur.
Sevgiler vardır Mevlâna ile buluşturur.
Bizim tadımız da tuzumuz da kalbimiz de hissettiklerimizdir.
Elimizde aşktan başka sermâyemiz yok.
Beden desen bir dönem binek,
Hayat desen bir dönem yoldaş,
Ömür desen gelip çabuk geçiyor…
Ama sana kavuşturan sevdâ öyle mi?
Hiç bitmiyor her anında başka bir lezzet,
Her zikredildiğinde has,
Her söylendiğinde başka bir nur oluyor.
Ey varlığıyla alemi şenlendiren yüce Mevlâna!
Gelişiyle aşıkları coşturan güzel,
Vallahî bütün yaratılmış güzelliklerin kaynağı sensin.
Sen sevgilisin, bu âcizlere tabîbsin,
Gözü yaşlı muzdariplere sen sığınak,
Her yöneldiğimizde durak,
Her sıkıntımızda huzurlu bir limansın dergâhımızda.
Al bizi de âlemleri hırka gibi saran yüreğine,
Al bizi de o kokunun içine…
Kokusu, misk amberden daha lâtîf,
Boyu, endamı, hâli, ahlâkı her şeyi güzel,
Sevgili Mevlâna…
Seni her bülbül kıskanır,
Seni her aşık yâd eder.
Bu hasret inan hiç bitmeyecek,
Bu muhabbet hiç dinmeyecek.
Senin rahmetin, şefkatin öyle güzel ki,
Bırak gülü incitmeyi, dikeni dahi kırmazsın.
Bir dikeni bile nazlı nazlı koynunda saklarsın.
Sen Hakk ile Hakk olmuşsun,
Hakk’ın bütün güzelliklerine vâkıf olmuşsun.
Ey bizim her şeyimiz!
İyi ki sen hayatımızdasın,
İyi ki her an yanımızdasın.
Biz de sana çağlar ötesinden sesleniyoruz,
Seni çok seviyoruz.
Seni anlatmak, tanıtmak, duyurmak gerekirse,
Her kalbe, her hâneye, her taşa, her kuşa haykırmak,
Güzelliklerini anlatmak için durmayacağız.
Sen zaten tanınırsın,
Fakat biz yine de hatırlatacağız.
Ey her şeyin Halîk’i, yaratanı, sanatkârı Rabbim!
Sana hamdolsun, bizleri yüce Mevlâna ile,
Âlemin en ahlâklısına, en güzeline tâbî,
Ve kalblerimizi diri kıldın.
Binlerce hamd, sonsuz şükürler olsun yâ Rabbi!
Yâ Hazreti Mevlâna!
Senin ömrünü, hayatını, güzelliğini anlamayı, Ve en güzel şekilde hizmet etmeyi bizlere nasîb eyle.”
HASAN ÇIKAR DEDE
Tarih :Aralık 2017
Web : https://www.hasancikardede.com
Kaynak Kişi : Sibel Safiye Avcı’ya teşekkürler